Hayat açılışı (Life Gambit 9)
- Halit
- 12 Nis
- 4 dakikada okunur

Bir zigot düşer rahme. Tek bir hücre başlar açılışına önce; milyarlarca hücreye bölünür. Her hücre açılışını yapar sessizce, ufacık bir kesede, aylarca süren milyarlarca mucize. Varoluş mucizesi, güç, kararlılık, irade... Ve insan, doğumuyla gerçekleştirir ilk hayat açılışını.
Bugünlerde birisi bize “zigot” dese hakaret sayarız galiba. Oysa hayata karşı son mücadelesini bir zigotken veren binlerce insan var, fikrimce.
Gelin size Salih'in hikâyesinin bir kısmını anlatayım:
Elma bahçesinde dünyaya gelen Salih, bir gün elinde elmasıyla bahçede dolaşırken son zamanlarda ruhunu rahatsız eden o hissi yine hissetmeye başladı. O, doğduğunda babasının diktiği on sekiz yıllık elma ağacının tepesine çıktı ve kendiyle konuşmaya başladı: “Neden huzursuzum? Neden mutsuz hissediyorum? Her şeyim var ama bir şeyler eksik.” Son zamanlarda hep bu soruları soruyordu ama cevapsız kalan sorular daha da huzursuz ediyordu ruhunu. O ağacın tepesinden bakarken bahçeye, ailesini, arkadaşlarını, dostlarını izlemeye başladı. Herkes bu kocaman bahçede elma topluyor, ağaçların bakımını yapıyor, elma yiyordu. Günler böyle geçiyordu.
Ve bir gün bir soru indirdi onu ağaçtan, doğruca babasına koştu. Nefes nefese babasının karşısına gelen Salih, aklına gelen o soruyu sordu: “Baba, bu bahçeden hiç çıktın mı?” Bu soru karşısında şaşıran baba, kısa ve net bir şekilde “Hayır.” cevabını verdi. Salih’in ifadesi karşısında açıklama yapma zorunluluğunu hissetmiş olmalı ki sözlerine şöyle devam etti: “Neden çıkayım ki? Bu bahçede mutluyum. Kendi çabamla diktiğim ağaçların elmalarını yiyorum, toprağı seviyorum ve tüm aileme yetecek kadar elmam var. Sen de bunları düşünme. Bu bahçenin dışı tehlikelidir,” dedi.
Bahçeden çıkmak fikri ilk defa o gün ruhuna sinmişti Salih’in. Ama neden çıkacaktı ki? Gözleri kapalı elma ağacı dikerdi, yatacak bir evi, çok anlaşamasa da arkadaşları ve çok sevdiği bir ailesi vardı. Hem babası da demişti: “Dışarısı tehlikeli.” Ve ne için çıkacaktı ki? Tüm bu düşünceler içerisinde huzursuz ve mutsuz bir hale bürünmüştü içinde. Ve artık bahçenin en köşesindeki, en eski, en heybetli ağacın tepesine tırmanıyor; dişlerinin bile şeklini bildiği elmasını orada yiyor ve bahçenin dışına bakıyor, ufku izliyordu.
Yaklaşık bir yıl geçmişti. Ne Salih değişmişti ne bahçe. Her şey aynı halindeydi. Ve yine heybetli ağacın tepesindeydi. Soruları çoğalmış, korkuları artmıştı. Tam o anda gözü uzaklarda bir at arabasına çarptı. Arabacı, kırmızı kırmızı kasalara dolmuş, taşan bir yemiş götürüyordu. Salih’in gözleri büyüdü. Neydi o?
Hızlıca indi ağaçtan, torbasına bir sürü elma doldurup atına atladı ve hızla bahçeden çıktı. Arabacı gözden kaybolmuştu ama onun gittiği yöne doğru hızla sürdü atını. Epey bir yol almıştı. Atı yorulmuş, kendini ise korku ve endişe sarmaya başlamıştı. Arabadan iz yoktu. Bahçeden çok uzaklaşmıştı. Atı rahvan yürüyüşe geçti. Torbasına uzandı ve bir elma aldı. İlk ısırığını aldığı anda, kocaman bir çınarın altında oturan bilge bir adamla karşılaştı. Hemen atından indi ve bilge adamla arasında şu konuşmalar geçti:
Salih: Buradan geçen bir at arabası gördünüz mü?
Bilge adam: Hayır, görmedim evlat. Yolunu mu kaybettin?
Salih: Galiba efendim. Nereden geldiğimi biliyorum ama nereye gideceğimi bilmiyorum.
Bilge adam: Peki, yola neden çıktın?
Salih: Ben bir elma bahçesinde yaşıyordum. Ağacın tepesinde otururken bir at arabası gördüm. Arabada kasalar dolusu kırmızı şeyler vardı. Arabacı onları yiyerek bir yere gidiyordu. Onu yakalamak istedim.
Bilge adam: Çilek. Çilek onlar.
Salih: Çilek mi? Peki, çilek nedir? Nasıl bir şeydir? Nerede bulabilirim?
Bilge adam: Çilek, rengi sabah güneşiyle utanmış da yanakları kıpkırmızı olmuş gibi… Üzerinde küçük küçük altın tohumlar taşır. Şekli ne tam yuvarlak ne de köşeli… Kalbe benzer biraz. Çünkü çilek, tıpkı sevgi gibi kalpten gelir, kalbe dokunur. Sapıysa yeşil bir taç gibidir; sanki doğa onun başına kraliçe tacı takmış. Eline alıp kokladığında, burnuna usulca çarpan o koku var ya… Hah, işte o kokuda yaz mevsimi var. Güneşin sıcaklığı, sabahın çiyi, arıların kanat çırpışı… Ve tadı... Çileğin tadı, tıpkı çocukluk gibi. Önce tatlı, sonra hafif ekşi. Neşelendirir seni, ama bir damla özlem de bırakır ardında. Isırdığında çıtır çıtır bir his, ardından yumuşacık bir sevgi yayılır damağına.
Salih: Peki, onu nerede bulabilirim?
Bilge adam: Eğer çileği bulmak istiyorsan yola devam etmelisin. Ve devam edersen, elmaların bitecek, aç kalacaksın. Atın belki seni yolda bırakacak. Yürümek zorunda kalacaksın. Ama geri dönersen, elmaların bahçene gidene kadar yetecek. Artık eski seni bile bulamayacaksın. Ömrün, çilek merakıyla geçecek ve bir daha bu ata binmeyeceksin.
Salih’in hikâyesine belki başka bir zaman, merak edenleriniz için devam edebilirim. O açılışını yaptı.
Peki ya sen sevgili dostum?
Açılışlar sorularla başlar, cevaplar ise insanlarda değil, hayattadır.
Sen kafanı kaldırıp bakmadığında hiç bir zaman bir çilek arabası göremeyeceksin.
Ve bilmelisin ki, hayat hiçbir zaman elinde bir elma varken sana çilek vermeyecek. Sıradanlığından bile vazgeçemediğin hayat, hiçbir zaman hayallerine yol açmayacak. Oturduğun ağaca hiçbir zaman bir bilge adam çıkmayacak. Kendi emeğinle inşa etmediğin hiçbir şey seni mutlu etmeyecek.
Başkasının bahçesindeki elmayı yemek mi?
Yoksa kendi çileğini ararken mücadele vermek mi – belki hiç bulamama ihtimaline rağmen?
Oysa hiç dünyaya gelememe ihtimali yok muydu zigotun? En küçük yapıtaşında bile mücadele, inanç ve azim olduğunu unutma.
At (cesaret) ile çıkmalısın yola. Elbette zaman zaman kırılacak cesaretin. İşte o zaman kalelerine (iraden) sığınacaksın. Atın dinlenecek, sonra tekrar çıkacaksın yola. Yolun kapanacak bazen, önüne aşılmaz gibi gözüken dağlar çıkacak. Ya da şaşıracaksın yönünü bir an. İşte o zaman fillerin (sezgilerin) devreye girecek; yıkıp geçeceksin bütün engelleri, çizeceksin kendi rotanı. Kararacak hava, çökecek umutsuzluk ve keskin kılıcıyla gelecek vezirin (tutkun), aşk ile aydınlatacak her yeri.
Tabii ki kolay olmayacak. Bedeller ödeyeceksin. Atın yorgun düşecek, filini kaybedeceksin, belki o en güçlü vezirin yenik düşecek. Ama şahını (benliğin) koruyacaksın. Ve şahın hayatta kaldıkça, her zaman kaybettiğini tekrar kazanma şansın olacak.
Satrançta kaybetmek yoktur; ya kazanırsın ya öğrenirsin. Gambit, satrançta bir fedadır; hayatta ise fedakârlıktır, neyi ne kadar sevdiğini ve istediğini, nelerden vazgeçtiğini gösterir.
Tabii ki hayat bir oyun değil, insanlar da birer taş değil. Hiç kimseye bir taş muamelesi yapma. Herkesin bir şah olduğunu unutma. Ve en önemlisi, kimsenin sana bir piyon muamelesi yapmasına izin verme.
Eğer birileri seni atları, filleri, kaleleri, hatta vezirleri yapmak isterlerse, şahına sarıl, atına bin, fillerine güven, kalelerinin surlarına çık ve vezirinle onları selamla.
Comments